Kendisi okutulmadığı ve benden önce dünyaya getirdiği iki kızını da gönlünce okutamadığı için annem benim ve küçük kardeşimin okumasını hep çok istedi ve destekledi. Bu nedenle biraz şanslıydım. Ama biraz! Çünkü sülalenin baskısı yanında bu destek çok cılız kalıyordu.
Çocukluğum 1950’lerde güneydoğunun ücra bir köyünde geçmedi. İstanbul’da, Üsküdar’ın göbeğinde doğdum, büyüdüm ben. Fakat muhafazakâr bir aileye doğduğunuzda kaderiniz, karşınıza yüksek dağlardan daha zorlu engeller çıkarabiliyor. Evet, annem okumamı destekliyordu. Ama onun istediği gibi olmam şartıyla! Bu da başımı kesinlikle kapatmam, doktorluk veya eczacılık gibi bir ‘kadın mesleği’ seçmem demekti. Bu iki şartı da yerine getiremeyeceğimi ben hep biliyordum. Ama tek desteğimi de kaybetmemek için lise yıllarımı bu beklentiye boyun eğmişim gibi geçirdim. Hayatım Üsküdar’dan Fıstıkağacı’na çıkan yokuşta geçiyordu. Üstümde koyu yeşil bir okul forması ve kafamda bir başörtüsüyle… Üsküdar Kız Lisesi’nin en iyi öğrencilerinden biriydim. Öğretmenlerim beni başka sınıflara ders anlatmaya götürürlerdi. Yüksek notların işimi kolaylaştırdığını hissettiğimde derslere daha sıkı sarıldım. Işıldayan karnelerin yolumu aydınlattığını görebiliyordum. Bu sayede annem ve babam, okumaya devam etmemin şart olduğunu aile ortamlarında rahatlıkla savunur hale geldi. Nineler, dayılar, halalar hâlâ homurdanıyor olsa da şansımın günbegün yükseldiğini görüyordum.
‘Kadın mesleği’ de neymiş!
O günlerde hukuk okumayı çok istiyordum fakat öğretmenlerim sayısal derslerdeki başarılarım nedeniyle beni zorla fen bölümüne yazdırdılar. Çok üzüldüğümü, çok ağladığımı bugün gibi hatırlıyorum. O andan itibaren içimde şiddetli bir meslek arayışı başladı. Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te Ankara’da Karlı Sokak’taki evinin önünde suikasta uğradığı gün gazeteci olmaya karar verdim. Fakat bu kararla birlikte şansımı da zorlamaya başlamıştım. Her şeyden önce annemin gözünde bu bir ‘kadın mesleği’ değildi. Buna rağmen her fırsatta bu işin başörtüyle yapılamayacağını söyleyerek annemi sinirlendiriyordum. İmam hatiplilerin, ilahiyat dışında bölüm okuyamaması için geliştirilen ‘katsayı formülü’ benim önümü de tıkıyordu. Fen bölümü öğrencisi olarak gazetecilik fakültesini kazanmam imkansızdı. Ben de Kocaeli Üniversitesi’nde yeni açılan fotoğrafçılık bölümünü gözüme kestirdim. Planım, bir gazeteye foto muhabiri olarak girmek ve sonra da muhabirlik yapmaya başlamaktı.
Fethullahçıların yurduna ‘merhaba’
Planım tuttu ama annem evde sinir krizleri geçirdi. Öylesine parlak bir orta öğretimden sonra kazandığım bölümü içine sindiremiyordu. Benimse bölüm umurumda bile değildi, gazetecilik hayalime doğru dev bir adım atmıştım ve keyfim yerindeydi. Son güne kadar kayıt işlemleri için beni İzmit’e götürmediler. Ama baktılar olacak gibi değil, son gün yollara düştük. Biz babamla içerde kayıt işlemleri için koştururken, okulun bahçesinde bekleyen annemi o zamanki adıyla Nur cemaatinden kız öğrenciler sarmıştı. Bahçeye çıktığımızda annem çok mutluydu. “Sana kalacak yer buldum” derken gözleri yaşlıydı. Kızlar yurdun fotoğraflarıyla annemi tavlamışlardı, babam da “Bir gidip görelim” deyince yurda doğru yola çıktık. Yepyeni bir bina, tertemiz odalar, güleç yüzlü ablalar vardı. Bizimkiler o kadar beğendiler ki, hemen kaydımın yapılması için birkaç aylık ödemeyi peşin olarak yaptılar. İtiraz etmem için bir neden yoktu, benim için okul hayatımın başlayacak olması yeterliydi. Babam, “Devlet yurdu leş gibiydi. Burası temiz ve güvenli. Eve çıkabileceğin bir arkadaş edinene kadar burada kal, bizim de içimiz rahat etsin” demişti. Annemi ve babamı yeterince zorlamıştım, en azından kalacağım yerden emin olmaları hayatımı kolaylaştıracaktı.
Çay saati sohbetleri
Orada şahane kızlarla tanıştım ve hepsini çok sevdim. Bir kısmı cemaatin dershanelerinde okumuştu ama büyük bir kısmının ailesi benimkiler gibi başka bir yer bulamadığı için orayı seçmişti. Hukuk ve matematik okuyan iki öğrenciyle aynı odayı paylaşıyordum. Halimizden memnunduk. Yaşımız çok küçüktü, evden yeni ayrılmıştık ve yabancı bir şehirde yapacağımız çok fazla bir şey olmadığı için günlerimiz sakin geçiyordu. Sadece hayatımıza “çay saati” diye bir şey girmişti ve bu hepimize çok komik geliyordu. Akşamları “çay saati” gelince bizim odanın ablası, Fethullah Gülen’in ne dediği bile anlaşılmayan kitaplarını okuyordu. Yarı Türkçe yarı Arapça bu metinler okunurken biz çekirdek çitleyip birbirimize kaş göz yapıyorduk. Hiçbirimizin umurunda olmayan o bir saate katlanıyorduk. Namaz kılanları sabahleyin kaldırıyorlardı ama kılmayanlara da kimsenin bir şey dediği yoktu. Hayatını dini esaslara göre yaşamama kararını çok küçük yaşta vermiş bir kızın bayılacağı ortam değildi. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumu hissediyordum. Buna rağmen planımdan taviz vermedim. İlk haftanın sonunda otobüsle Üsküdar’a döndüm. Evde özlendiğimi hissetmek çok güzeldi fakat ertesi gün yaşanacakları bildiğim için çok tedirgindim. Sabahleyin kahvaltıdan sonra anneme, “Sırf sen istedim diye başımı örttüm anne. Ama ben böyle devam etmek istemiyorum. Böyle okumak istemiyorum. Buraya kadardı. Ne dersen de! Ben birazdan bu evden başımı açıp çıkacağım” dedim. Annesini ağlatan her çocuk gibi paramparça oldu yüreğim. Ama dediğimi de yaptım. Annem, “Defol! Bir daha gelme bu eve” dediyse de er geç sakinleşeceğini biliyordum.
28 Şubat kararları ve yurda veda
Kocaeli’nden İstanbul’a birkaç hafta gelmedim. Annemin öfkesinin dinmesini bekledim, babam zaten sorun etmemişti. Derslerime odaklanmıştım, yurtta da keyfim yerindeydi. Zaten yurt yönetimiyle sadece bir kez başım derde girmişti. Geç kalmak gibi bir huyum olmadığı halde gece yarısına kadar yurda gitmeyince babamı aramışlardı. Babam da onlara, “Bu akşam Fenerbahçe’nin İzmit’te maçı var. Maça gitmiştir o, gelir birazdan” demişti ve haklıydı. Buna rağmen uyarı cezası almıştım, tek vukuatım buydu. O yurda dair hatırladığım en canlı anım, rahmetli dedemin her akşam beni aramasıydı. Okuma yazması yoktu ama bir ona bıraktığım not kağıdına bir telefona bakarak numarayı tuşluyor ve benim sesimi duymayan yatmıyordu. Herkes benim gazeteci olma hayalimle dalga geçerken o hep desteklerdi. Ayar Dedem, bütün gün televizyonda haber izlerdi. Ve konu bana geldiğinde, “Ne varmış canım gazetecilikte? Televizyonda akşama kadar gazeteciler konuşuyor. Benim kızım da çıkıp konuşsun, o zaman görün!” derdi. Kızlar bana seslendiğinde dedemin aradığını bilirdim ve o iki katı uçarak inerdim. Hayal meyal hatırladığım o yurt günleri bir sabah ansızın sona erdi. Milli Güvenlik Kurulu, irticaya karşı faaliyetlere ödün veren tutumundan dolayı Refah-Yol hükümetine en uzun 28 Şubat’ı yaşatmıştı. Yayınlanan dört maddelik bildiri, yakın tarihte “28 Şubat kararları” diye anılacaktı. İşte bu kararların ardından bir sabah yurda polisler geldi. Kaba saba bir şey yaşanmadı. Hepimiz eşyalarımızı topladık ve kapının önünde ailelerimizi beklemeye başladık. Babamı aradım, birkaç saat sonra geldi, beni ve yakın arkadaşım Filiz’i alarak Üsküdar’daki evimize götürdü.
“Zaman gazetesinde çalışmak istemez misin?”
Dersler devam ediyordu ve kalacak yer sorunu feci halde can sıkıcıydı. Yurt yönetimi, bizi o meşhur “ışık evleri”ne dağıtmaya karar vermişti. Aramızda üniversiteye hazırlık kurslarına giderken bu evlerde kalanlar vardı ve onlar hemen adapte oldu. Fakat evlerdeki yaşam, yurttakine hiç benzemiyordu, daha baskıcıydı. Ben ve benim gibi bu ortama yabancı olanlar o evlerde yaşamaya alışamadılar. İkili üçlü gruplar halinde kendi evlerimizi tutmaya karar verdik ve böylece yollarımız ayrılmış oldu. Hatta ben öğrenci evinde de rahat edemeyince kör karanlıkta her sabah trenle Kocaeli’ne gitmeye başladım. Birkaç ay sonra yurttaki ablalardan biri, Kocaeli’ndeki dershane müdürünün benimle konuşmak istediğini söyledi. Ben de söylenen saatte dershaneye gittim. Müdür, tipik “abi” profilinde bir beyefendiydi. Okulun bahçesinde ne yaparsak yapalım sürekli izlendiğimiz için ablaları ve abileri bir bakışta tanır hale gelmiştik. Müdür, konuşurken benim hakkımda bir şeyler yazdığı belli olan bir kağıda sık sık bakıyordu. “İçki içmiyorsun, erkek arkadaşın yok, derslerinde çok başarılısın, tüm ablalar senden övgüyle bahsediyor, sosyal ilişkilerin de çok güçlüymüş. Eğer kabul edersen senin de abla olmanı çok isteriz” deyiverdi! Çok şaşırdım haliyle ve kafamı işaret ederek, “İyi de benim başım açık!” diyebildim. “Bizim için önemi yok. Önemli olan örnek bir kişiliğin. Gazeteci olmak istediğini söylüyorlar. İş bulmanı sağlayabilirim. Zaman gazetesinde çalışmak istemez misin?” diye sordu. “Hayır istemem, teşekkürler” dedim. “Neden?” diye sordu bu kez. “Çünkü Zaman, bir dini cemaatin gazetesi. Çalışmaya orada başlarsam bu meslek hayatım boyunca benim peşimi bırakmaz. Hem ben Milliyet’te çalışmak istiyorum” diye cevapladım. Çünkü Milliyet bizim evin gazetesiydi. Anneme ve babama kendimi göstermenin bundan daha iyi bir yolu yoktu. Şaşırma sırası müdürdeydi, belli ki “hayır” dememi beklemiyordu. Kendisine bir kez daha teşekkür edip odadan çıktım. Ve kendi yoluma gittim.
Cemaatlerden muhaf bir ‘dindarlık’
İnatçı biri olduğum için mi yoksa Ayar Dedem’in duası beni hep koruduğu için mi bilmiyorum. Ama hayatımın kırılma anı olabilecek böylesi zamanlarda doğru kararlar verebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Kuşkusuz bunda aile büyüklerimin bana öğrettiklerinin de payı çok. Evet, dindar insanların arasında büyüdüm. Ama hiçbirinin hayatları boyunca bir cemaate meyli olmadı. Hatta bir mollanın oğlu olan dedem (annemin babası) din adamlarına özellikle mesafeli dururdu. “Cehenneme ilk girecek olanlar din adamlarıdır. Çünkü onlar dini sevdirmeyi beceremediler” derdi. Beş vakit namazla yetinmeyen, hayatı boyunca kimsenin ardandın iki kelam etmeyen, güler yüzü, hayvanseverliği ve bilgeliğiyle örnek bir adamdı. Köyün imamının ardında namaz kılmazdı, Allah rızası için değil maaş için çalıştığını söylerdi. Hafta sonları Şile’deki köyümüze çeşitli cemaatlere mensup din adamlarının akın yettiği 90’lı yıllarda, “Bunların derdi siyaset, Allah rızası umurlarında değil” derdi ve anneannemin onların sohbetlerine katılmasına izin vermezdi. Mottosu çok netti: “Dini başkasından dinlemene gerek yok, öğrenmek istiyorsan aç kendin oku!” Dayımın şehir dışında okumama tepki olarak anneme, “Sen bunu kaybetmişsin!” dediği günlerde dedem, “Ben kızıma güveniyorum. Kışlada da kalsa okulunu okur gelir. Laf etmek size mi düştü!” sözleriyle tartışmayı bitirmişti. Yazının başında ailenin insanın önüne büyük engeller koyabileceğini belirtmiştim. Ama hayatın gizemi olsa gerek aynı aile insana o dağları aşacak cesareti de verebiliyor.
“Hayır” diyemeyenlerin vebâli
Dershane müdüre dediğimi de yaptım ve meslek hayatıma Doğan Medya Grubu’nda başladım, gazeteciliği Milliyet’te öğrendim. O çatının altındayken büyük meslek ödüllerine lâyık görüldüm. Aynı süreçte cemaat ise AKP tarafından şımartıldı, büyütüldü ve Türkiye’nin tüm kılcal damarlarına işleyecek kadar yol aldı. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın zırhlı aracını tahsis ettiği savcı Zekeriya Öz’ün bir kral edasıyla dolaştığı Beşiktaş Adliyesi’nde çalıştığım yıllarda artık cemaatin niyetini de planını da apaçık görebiliyordum. Öz’ün onlarca gazeteciyi davet edip gizli yürütmesi gereken soruşturma dosyasından bilgiler sunduğu odasına ben bir kez bile girmedim. Bütün medyanın sırtını döndüğü sanık avukatlarına kulak veren adliyedeki tek muhabirdim. O günlerde sanık avukatı olan bugünün MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız, kucak dolusu ifadeyi tüm muhabirlerin gözleri önünde bana teslim etmişti. İlk Ergenekon iddianamesi tamamlandığında sanık avukatı, onlarca muhabir önünde izdiham yaratırken, “Bunu hak eden gazeteciye vereceğim. Ve bu Lube’nin hakkı!” diyerek elindeki CD’yi bana uzatmıştı. 3 Temmuz 2011’de Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım gözaltına alındığında bunun başka amaçlar güden bir operasyon olduğunu haykıran ilk gazeteci de ben oldum. Ve tüm bunlar 18 yaşındaki bir kız çocuğu kendisine sunulan teklife “hayır” diyebildiği için oldu. Kalacak daha iyi bir yer bulamadığı için, hayallerine giden yolda yanında yürüyen kimsesi olmadığı için cazip bir teklife “evet” diyen on binlerce insan şu anda hapiste! Ama veballeri, onları “evet” demeye mecbur kılan ve cemaatlerin kurduğu kapanlara sürükleyenlerin boynundadır. Bu nedenle birçoklarının aksine belediye seçimlerini çok önemsiyorum. Çünkü onların yabancı bir şehre okumaya gelmiş gençleri, cemaatlerin ve tarikatların elinden kurtarmak için şansları ve bütçeleri var.
Çocuklara cemaat tuzağı!
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in birkaç gün önce meclis kürsüsünde tarikat ve cemaatlerin dernekleriyle imzaladığı protokolleri hararetle savunmasına ve kendisine tepki gösteren muhalif milletvekillerine, “Protokol yaptığımız bu STK’lar, çocukları dağa çıkarmanıza engel olduğu için çatlıyorsunuz” demesine bir de bu gözle bakın! Çocuklarına ve gençlerine eşit eğitim fırsatı sunamayan ve elinin uzanamadığı yerlerde bu kutsal vazifeyi ne idüğü ve gelecekte ne edeceği belirsiz cemaatlere havale eden bir bakan bir gün dahi o koltukta oturmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, bu cemaatlere ve bu zihniyete rağmen kuruldu. İşte bu nedenle laiklik, cumhuriyetin sadece devlet organları için her bir vatandaşımızın özgürce yaşayabilmesi ve hayallerinin peşinden gidebilmesi için de değerlidir. Erbakan’ın, “İmam hatipler arka bahçemizdir” söylemiyle başlayan ve AKP’nin “dindar nesil yetiştirme” fantezisiyle devam eden süreç, Milli Eğitim Bakanlığı’nın cemaatlerle protokol imzalamasına kadar uzandı. Medyayı, kurumları, kulüpleri, siyasi partileri dizayn etmek yetmedi, kendi kitlelerini de yaratıyorlar. Milyonlarca Suriyeliyi seçmen yapmak gibi bakanlık eliyle gençleri cemaatlere yönlendirmek de ülkenin demografik yapısını hedef alan bir projedir. Buna engel olacak tek güç ise halktır. Fakat yedi senedir el kadar çocuklarını alacakaranlıkta okula gönderen milyonlarca insanın bu konuda büyük bir tepki göstermesini beklemiyorum. Sadece bu karanlık filmin yaklaşan sonu yüzünden acı çekiyorum.